İrade ile İtaat Arasında: Otomatik Portakal’da İnsanın Bozulabilirliği Üzerine Felsefi Bir Okuma

Roman boyunca sıkça karşılaştığımız bir diğer mesele, özgürlüğün tanımıdır. Jean-Paul Sartre, insanın özgürlükle lanetlendiğini söylerken, aslında bu özgürlüğün sorumluluğunu da beraberinde getirdiğini vurgular.

Abone Ol

Anthony Burgess’in Otomatik Portakalı, ilk bakışta gençlik şiddeti ve otoriter devlet yapısı üzerine distopik bir roman gibi görünür. Ancak biraz derinleştiğimizde, bu eserin yalnızca edebi değil, aynı zamanda varoluşsal, etik ve dil felsefesi düzleminde de bir meydan okuma sunduğunu görürüz. Kitabın ve karakterlerinin yüzeyinden değil, onların karanlık bilinçaltından baktığımızda, bizi esas rahatsız edenin Alex’in şiddeti değil, o şiddet karşısında ortaya çıkan ahlaki belirsizlikler olduğunu anlarız. Çünkü bu roman, “İyilik nedir?” gibi klasik bir soruyu değil, çok daha dikenli bir başka soruyu sormaktadır: İyilik seçme özgürlüğün olmadan mümkünse, hâlâ insan mısın?

Alex’in dünyasında şiddet, sadece bir eylem değil, bir varoluş biçimidir. Onun için şiddet, bir karşı çıkış değil, bir estetik deneyimdir. Dinlediği Beethoven senfonisiyle birlikte gelen vahşet arzusu, onun içindeki Dionysosçu kaosu ortaya çıkarır. Burada Nietzsche’nin “Sanat ve Şiddet” ilişkisini kurcaladığı Tragedyanın Doğuşu eseri devreye girer: İnsanın içindeki yaratıcı yıkım gücü, hem sanatı hem felaketi doğurur. Alex, içindeki anlam boşluğunu bu yaratıcı şiddetle doldurur. O, Tanrı’nın sustuğu bir dünyada anlamı kendi eylemleriyle kurmaya çalışan bir bireydir. Ve bu anlam, bize rahatsız edici gelse de, onun için neredeyse kutsaldır.

Peki ya devletin müdahalesi? Devlet, Alex’i dönüştürmeye karar verdiğinde, aslında onu şiddetten değil, seçme hakkından arındırır. Ludovico Tekniği, yalnızca davranışı değil, iradeyi de manipüle eder. Böylece ortaya çıkan kişi artık bir “özne” değil, bir “nesne”dir. Alex’in bir kadının çıplak bedenine bakıp Beethoven’ın dokuzuncusunu duyması ve aynı anda acı çekmesi, Kant’ın etik birey tanımını yerle bir eder. Çünkü Kant’a göre insan, sadece kendi rasyonel iradesiyle hareket ettiğinde etik bir varlıktır. Ama Alex, artık kendi iradesiyle hareket edemez; o artık bir makinedir, bir “otomatik portakal”.

Ve bu noktada karşımıza Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kavramı çıkar. Arendt, kötülüğün bazen şeytani niyetlerden değil, düşüncesizce itaatten, otomatik eylemlerden doğduğunu söyler. Burgess bu görüşü tersine çevirerek şunu sorar: Ya iyilik de sıradanlıkla, refleksle, itaatle yapılırsa? Yani bir insan kötülüğü değil de iyiliği sorgusuzca yaptığında, bu hâl onu daha iyi mi yapar? Yoksa düşünmeyen, sorgulamayan her eylem, ister “iyi” ister “kötü” olsun, özünde insanlıktan bir kopuş mudur?

Roman boyunca sıkça karşılaştığımız bir diğer mesele, özgürlüğün tanımıdır. Jean-Paul Sartre, insanın özgürlükle lanetlendiğini söylerken, aslında bu özgürlüğün sorumluluğunu da beraberinde getirdiğini vurgular. Alex’in “özgürce kötü” olmayı seçmesi, onun Sartre’ın anlamında en insani hâlidir. Ne zaman ki ona iyilik “yüklenir”, işte o zaman insani özü kaybolur. Çünkü insan olmak, yalnızca iyi olmak değil, kötülüğü bile seçebilecek kadar özgür olmaktır. Bu rahatsız edici bir düşüncedir çünkü bize, ahlakın empoze edilemeyeceğini, ancak yaşanarak ve içselleştirilerek anlam kazanacağını hatırlatır.

Burgess’in kullandığı Nadsat dili ise yalnızca biçimsel bir yenilik değil, dil felsefesi açısından bir devinimdir. Wittgenstein’a göre dil, yalnızca düşüncelerimizi ifade ettiğimiz bir araç değil, aynı zamanda düşüncemizin yapısını da belirleyen bir çerçevedir. Nadsat, okuyucunun anlam dünyasını sarsar. Okur, kelimeleri çözmeye çalışırken kendi ahlaki yargılarını da askıya alır. Bu bilinçli bir yabancılaştırmadır: Şiddet artık bizim gündelik dilimizin içinde değil, öteki bir dildir. Bu da şiddeti normalleştirmek yerine, onu yabancı ve dolayısıyla sorgulanabilir kılar. Çünkü tanımadığımız bir dili anlamak için daha fazla düşünür, daha az varsayarız.

Romanın son bölümünde ise Burgess, insanın kendi içinde iyiliği seçebilme potansiyelini yavaşça ortaya koyar. Bu, romantik bir umut değil; varoluşsal bir ihtimaldir. Alex’in şiddeti bırakması, devletin zorlamasıyla değil, zamanın ve deneyimin izleriyle olur. Burada Viktor Frankl’ın logoterapisinden izler buluruz: İnsan anlam arayan bir varlıktır ve bazen anlam, acı çekerek ortaya çıkar. Alex, kendi yaşanmışlıklarıyla anlamı yeniden kurar ve bu kez şiddeti değil, hayatı seçer. İşte bu seçim, özgürlüğün en çıplak ve en kırılgan hâlidir.

Otomatik Portakal, bizi rahatsız etmek için yazılmış bir metin değildir; daha da kötüsü, bizim kendimizle rahatsız edici bir yüzleşmeye mecbur kalmamıza neden olur. Ne devletin düzeni, ne bireyin anarşisi, ne de toplumun ahlaki çerçevesi tek başına yeterlidir. Çünkü insan, bu çerçevelerin dışında, kendi kararlarıyla, çelişkileriyle, arzularıyla ve pişmanlıklarıyla insandır. Belki de romanın sormak istediği son soru budur: İnsanı insan yapan şey iyiliği mi, yoksa iyilikle kötülük arasında seçim yapabilme yetisi midir? Ve cevabı, her seferinde yeniden sormamız gereken bir soruda saklıdır.

Peki siz, iyi olmayı bir seçenek olmaktan çıkarırsanız, geriye kalan şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

İradenin olmadığı bir ahlakta, gerçekten ahlaktan söz edilebilir mi?

Kötülüğü seçme kapasitesi olmadan yapılan bir iyilik, bir robotun görevinden farksız değil midir? Ya devlet, bizi korurken aslında en değerli şeyimizi, yani seçim hakkımızı çalıyorsa?

Ve en son olarak şunu sorun kendinize: İtaat mi sizi iyi yapar, yoksa direnme ihtimali mi sizi insan kılar?