Devletle vatandaş arasındaki en somut temas noktası, çoğu zaman bir binanın kapısından içeri girildiğinde karşılaşılan ilk masadır. O masanın arkasında oturan kişi ise sadece bir görevli değil, devletin yüzüdür: MEMUR. Bu nedenle toplumun gözünde memurun tutumu, devlete duyulan güvenin de ölçüsüdür. Son yıllarda sıkça tartışılan bir mesele var: Eskinin “örnek memur” anlayışı ile günümüz “memur davranışları” arasında oluştuğu iddia edilen derin uçurum. Bu tartışma, basit bir nostalji meselesinden çok daha fazlasıdır; devlet-toplum ilişkisinin özüne dair ciddi bir sorgulamadır.
Geçmişte memuriyet, sıradan bir işten öte bir ahlak meselesi ve yetiştirilme tarzı olarak görülürdü. Kravatını takmadan masaya oturmayan, mesai saatinden önce görev yerinde olan, evrakını titizlikle inceleyen bir memur profili, toplumun zihninde “devlet ciddiyetinin” sembolüydü. Vatandaşa mesafeli ama adil davranmak bir ölçüydü. “DEVLET MALI” dendiğinde ürpermek, israfa yanaşmamak, torpile kapı aralamamak bu kültürün doğal parçalarıydı. Memur, kendisini sadece bir çalışan değil, devletin vakarını omuzlarında taşıyan bir temsilci olarak görürdü.
Bugün ise tablo daha karmaşık. Elbette hâlâ görevini hakkıyla yapan, mesleğini bir vicdan borcu gibi yaşayan binlerce kamu görevlisi var. Fakat bunun yanı sıra, çeşitli çevrelerde bürokrasinin yavaşladığına, ilgisizlik ve keyfi uygulamaların arttığına dair bir kanaatin yaygınlaştığı ifade edilmektedir. Vatandaş artık birçok kamu kurumuna adım attığında huzurdan çok tedirginlik hissediyor. Uzayan kuyruklar, karmaşık dijital sistemler, yönlendirme eksikliği ve standart dışı uygulamaların memur-vatandaş ilişkisinde ciddi bir yıpranmaya neden olduğu yönünde bir algı oluşmuştur.
Bu dönüşümü, sıklıkla dile getirilen “yeni kuşak daha sorumsuz” şeklindeki genelleyici yaklaşımlarla açıklamak sağlıklı bir değerlendirme değildir. Tartışmanın odağında bireylerden ziyade, kamu yönetimini şekillendiren yapısal unsurların yer aldığı görülmektedir. Ücret politikaları, ekonomik belirsizlikler, artan iş yükü, liyakat tartışmaları ve yüksek düzeyde merkeziyetçi uygulamalar, kamu çalışanlarının mesleki tatmin ve motivasyonunu olumsuz etkileyebilmektedir. Mesleki değeri yeterince hissedemeyen ve geleceğe dair beklentileri zayıflayan bir kamu çalışanından sürekli yüksek motivasyon ve ideal hizmet performansı beklemenin güç olduğu değerlendirilmektedir. Eskiden memura itibar, büyük ölçüde “devlet adına konuşma” yetkisinden gelirdi. Bugün ise itibar, performanstan, çözüm üretme kabiliyetinden ve insani ilişkiden doğmak zorunda. Vatandaş artık korkulan değil, güvenilen bir devlet istiyor. Burda asıl sorun, memurun ahlakının bozulması değil; sistemin ahlaki taşıyıcılığının zayıflamasıdır. Meslek kültürü, sadece mevzuatla değil, rol modellerle, adil yükselme sistemiyle ve kurumsal aidiyetle inşa edilir. Liyakat tartışmaları gündemdeyse, emeğin karşılığı tam verilmiyorsa, eğitim ve gelişim imkânları sınırlıysa, o kurumdan yüksek etik standartlar üretmesini beklemek adil olmaz.
Bugün yapılması gereken şey, geçmişe romantik bir özlem duymak değil; geçmişin taşıdığı liyakat, tevazu, hizmet bilinci ve devlet vakarı gibi ilkeleri bugünün şartlarına uyarlayarak yeniden inşa etmektir. Çünkü MEMURUN İTİBARI, yalnızca bireysel bir mesele değildir. Memurun itibarı yükselmeden, devletin itibarı da gerçek anlamda yükselemez. Ve vatandaşın devlete olan güveni, çoğu zaman bir makam odasında değil, bir masanın arkasında başlayan ilk cümlede inşa edilir ya da kaybedilir.