Perhan’ın müziğe, aşka ve yaşamın küçük güzelliklerine duyduğu bağlılık, onun saf kalbini ve özgür ruhunu temsil ediyor. Tıpkı Sartre’ın dediği gibi insan özgürlüğe mahkûmdur; doğar ve özünü kendi seçimleriyle oluşturur. Ancak Perhan’ın özünü şekillendiren sadece kendi tercihleri değil; içinde yaşadığı yoksul ve kaotik toplum, tarih ve kültürdür. Bu bağlamda insanın özgürlüğü, mutlak bir özgürlük değil çevresinin, tarihinin ve toplumun belirlediği koşulların içinde şekillenen bir alan olarak ortaya çıkar.
Filmde amca figürleri, Hobbes’un “insan insanın kurdudur” anlayışını somutlaştırıyor. Güç ve çıkar için uygulanan baskılar bireyin doğal iyiliğini gölgelemeye çalışıyor. Rousseau’nun aksine, uygarlık ve toplum insanın doğal saflığını ve içsel iyiliğini bastırıyor. Ancak Perhan’ın müziği ve yetenekleri bu baskıya rağmen sistemin içinde bir özgürlük kırıntısı yaratıyor tıpkı beton arasından çıkan bir çiçek gibi... bastırılmış doğallık ve saf duygular var olmaya devam ediyor. Bu küçük direnişler, insanın hem toplumsal sistemin bir parçası olduğunu kabul etmesini hem de kendi içsel alanını korumasını mümkün kılıyor.
Toplum sözleşmesi bireyin özgürlüğünü sınırlayan ama aynı zamanda düzeni sağlayan bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalizmden liberalizme, kültürel normlardan tüketim alışkanlıklarına kadar sistem, bireyin her kararını ve eylemini biçimlendiriyor. Biz yediğimiz yemeklerden dinlediğimiz müziğe, hatta kullandığımız en basit ürünlere kadar sistemin piyonları gibi hareket ediyoruz. Ama aynı zamanda sistem bizi var eden ve yeniden üreten bir yapı. Locke’un tabula rasa anlayışına göre birey çevresi tarafından şekillenir; fakat şekillenirken kendi iradesi ve seçimleriyle katkıda bulunur. Burada önemli olan nokta, bireyin sistemin parçası olarak var olurken küçük ama güçlü bir içsel özgürlük alanı yaratabilmesidir. Perhan’ın her çaldığı nota, her söylediği şarkı, sistemin içinde açtığı bir pencere gibi.
Film, renklerin ve ışığın psikolojik etkilerini de ustaca kullanıyor. Sarının sıcaklığı, kırmızının coşkusu, mavinin dinginliği ve morun melankolisi, hem karakterlerin içsel dünyasını hem de yaşam koşullarının sertliğini yansıtıyor. Perhan’ın dar sokaklarda ve taş evlerde dolaşırken hissettiği hem korku hem merak, bu renkler aracılığıyla izleyiciye aktarılıyor. Burada kendime sordum: İnsan, bu baskı ve yoksulluk içinde masumiyetini ve saf duygularını koruyabilir mi? Film cevabı veriyor: Küçük ama sürekli direnişlerle, evet.
Müzik ve ritüeller, karakterlerin özgürlüğünü ve direncini temsil ediyor. Ederlezi ve düğün sahneleri, topluluğun kültürel hafızasını ve dayanışmasını gösterirken, bireyin içsel alanını korumasına da hizmet ediyor. Her ritim, her nota, Perhan’ın direnişini ve hayatla olan bağını görünür kılıyor. Burada felsefi bir soru ortaya çıkıyor: Birey, topluluk baskısına rağmen kendine ait bir içsel alan yaratabilir mi? Cevap, filmdeki karakterlerin yaşamlarıyla netleşiyor: İnsan, baskılara rağmen var olmaya devam eder, kendi küçük direnişlerini oluşturur ve özgürlüğünü ifade eder.
Filmdeki hindi metaforu, küçük ama anlamlı bir detay. Hindi, kırılganlığı ve mizahi doğayı temsil ederken, Perhan’ın ona gösterdiği özen onun merhametini ve saf doğasını ortaya koyuyor. İnsan, kendi doğasını ve iyiliğini baskı altında da koruyabilir mi? İzlerken fark ettim ki evet; küçük ve savunmasız her varlıkta insanın iyiliği ve direnci saklıdır.
İnsan doğası, baskılara rağmen direnir. Toplumun kuralları ve normları insanın doğasını tamamen silemez; ancak onu şekillendirir ve çoğu zaman bastırır. Bu nedenle birey hem sistemin bir parçasıdır hem de sistemin sınırları içinde varoluşunu ifade etmenin yollarını arar. Perhan ve diğer karakterler bunun canlı kanıtıdır: Saf kalpleri, yaratıcılıkları ve tutkularıyla baskıya karşı direnirler, toplumun dayattığı sınırlara rağmen kendi içsel alanlarını korurlar. Sistem ve birey arasındaki bu ilişki, modern yaşamın temel sorularından birini ortaya çıkarır: İnsan gerçekten kendi özünü sistemin baskılarından tamamen kurtarabilir mi, yoksa her zaman onun bir parçası olarak mı var olacaktır? Zaman ve tarih, bireyden bağımsız değildir; biz onun içinde, onunla birlikte şekilleniyoruz. Ancak özgürlüğün tam anlamıyla kaybolmadığı gerçeği, müzik, aşk, sanat ve küçük direnişlerde kendini gösterir.
Sistem piyonları yaratabilir, ama bu piyonlar kendi ışıklarını, notalarını ve düşüncelerini asla tamamen kaybetmez. İnsan, baskılar altında bile var olmayı sürdürür, küçük direnişlerle özünü ifade eder ve sistemin içinde özgürlüğünü arar. Bu durum bize bir paradoks sunar: İnsan sistemin bir parçası olarak var olacaktır, ama aynı zamanda sistemin içinde kendi özgür alanlarını yaratabilir. Tıpkı çiçeklerin beton arasından yükselmesi gibi, bastırılmış doğa, saf duygular ve yetenekler kendi yollarını bulur. Bu içsel özgürlük, bireyin varoluşunu anlamlandırdığı, direndiği ve güzellik yarattığı alandır. Kapitalist ve liberal sistemler bizi yönlendirebilir, dayatabilir ve sınırlayabilir; ama birey yine de müziğini çalar, aşkını yaşar ve içsel ışığını korur. Perhan’ın hikayesi, insanın hem sistemin bir parçası olduğunu hem de sistemin içinde kendi özgürlüğünü yaratabileceğini gösteren bir alegoridir.
Sonuç olarak, insan hem baskılanan hem de direnen bir varlıktır. Sistem, bireyin hareket alanını sınırlandırır; toplum sözleşmesi özgürlüğü biçimlendirir; tarih ve çevre insanı şekillendirir. Ama insanın içsel doğası, müzik, sanat ve sevgiyle kendini ifade etme arzusu her zaman bir çıkış yolu yaratır. İnsan, zamanın ve sistemin parçası olarak var olacak; ama bastırılmış duygular, saf yetenekler ve yaratıcılık, özgürlüğün ve insanlığın küçük ama güçlü bir ışığı olarak varlığını sürdürecektir.