Boşanma, bir trajedi değil; kimi zaman geç kalınmış bir özgürlüktür. Biten bir evlilik, çoğu zaman iki insanın ayrı ayrı nefes alabilmesi için açılan bir kapıdır. Fakat bizde o kapının gıcırtısı dahi duyulmak istenmez. Herkes gözünü, kapının nasıl çarptığına, kimin suçlandığına ve kimin daha “mağdur” göründüğüne diker.
Toplum, boşanmayı bir ayıp, bir yenilgi, bir eksiklik gibi görmekten vazgeçemediği sürece, ayrılan insanlar sadece hayat düzenlerini sağlamayı değil bir de itibarlarını kurtarmaya çalışırlar. Boşanma sonrası kadınların “yalnız anne, dul-boşanmış kadın ”erkeklerin “eşini terk eden, ihanet eden ” gibi etiketlere sıkıştırılması ise yarayı daha da derinleştirir. Çünkü dram seven toplum, hikâyeyi basitleştirmeyi, insanları etiketlemeyi tercih eder.
Oysa gerçekler, etiketlerden daha karmaşık; sessiz kalan kalplerden daha gürültülüdür.
Bir evlilik bittiğinde aslında üç şey yıkılır:
Hayaller, alışkanlıklar ve cesaret.
Hayaller yıkılır; çünkü birlikte hayaller kurmuş insanlar geleceği birlikte tasarlamayı artık bırakır.
Alışkanlıklar yıkılır; çünkü her sabah aynı sesle uyanmak, ilişkisel rutinler artık mümkün değildir.
Ve cesaret yıkılır; çünkü yeniden başlamak her zaman en çok cesaret isteyen şeydir ama belirsizlik yıkıcıdır.
Ancak Türkiye’de boşanmanın kendisi değil, hakkında konuşulma şekli daha yıpratıcıdır.
Sanki ayrılanlar başarısızdır, sanki mutluluğu koruyamayanlar olduramayanlar kusurludur.
Oysa çoğu zaman en güçlü insanlar, sürdürülemez olanı bitirebilme cesareti gösterenlerdir.
Biz boşanmayı dramatikleştirdikçe, insanlar gerçek sıkıntılarını paylaşamaz hale geliyor. “El âlem ne der?” korkusu, ruh sağlığını koruma çabasından daha baskın hale geliyor. Terapinin kapısı çalınacağına, komşunun kapısı çalınıyor. Profesyonel destek yerine kulaktan dolma yargılar rehber oluyor. Yerinde olsaydım şöyle yapardım’lar. Kocanı-karını o adama/kadına kaptırma’lar… Asla öyle hissettirmemiş bir ev için yuvanı yıkma demeler havada uçuşuyor. Günün sonunda ise insan dramına sarılıp yalnız kalıyorken hiçbir yaşanmışlığı ve rasyonelitesi olmayan cümlelerin çıkış noktaları başka bir hikaye için çoktan rota belirlemiş oluyor .
Her boşanma hikâyesi, aslında bir dönüşüm hikâyesidir. Fakat bizde bu dönüşümün güzelliği değil, sancısı parlatılır. Oysa toplumun unuttuğu çok önemli bir gerçek var:
Her ayrılık, aynı zamanda bir yeniden doğuştur.
Küllerinden Anka kuşu gibi doğmayı bilene, hayat ikinci bir hikâye sunar.
Boşanmaları dramatikleştirdiğimiz sürece, birde ayrılan çiftlerle birlikte çocuklar da bu yükü omuzlarında taşımaya devam edecek. Çünkü dram, sadece anneyle babanın arasına değil; evin duvarlarının içine, çocuğun kalbinin en kırılgan yerine işler. “Bari çocuk için ayrılmayın” deyip insanları mutsuz bir evliliğe kafeslemek hem ebeveynler hem de çocuk için çok daha ağır bir dram doğurur ama o hikayeden sağlıklı bir birey çıkmaz . Ayrı ayrı mutlu ebeveynler ile yol almak daha sağlıklı bir rol model alma açısından çocuğun yararına olur.
Belki de artık şunu kabul etmenin zamanı geldi:
Boşanma, bir son değil; yanlış bir hikâyenin bitişi ve doğruya giden yolun başlangıcı olabilir.
Toplum olarak yapmamız gereken, acıları sahnelemek değil; kalplerdeki kırığı onarmak için zaman ve alan açmaktır.
Gürültüyü azaltıp insanı duyabildiğimiz gün, boşanmalar dramatize edilen bir ülkenin hikâyesi olmaktan çıkacak; olgunlaşan bir toplumun iyileşme yolculuğuna dönüşecektir.