Zeynep Mural yazdı | Kabul Edilmemek: Bu Topraklarda Bir Dilin Sessizliği

Çok dilli Osmanlı’dan ulus-devlet Türkiye’sine geçilirken, yanında getirdiği bagajda baskı, sansür ve inkâr da vardı. Kürtçe ise bu bagajın en altına sıkıştırıldı.

Abone Ol

Kimi zaman bir dil susar. Konuşulmaz, yazılmaz, şarkılara dönüşemez. Ama yok olmaz. Görünmezleştirilir. Cezalandırılır. Bastırılır. Tıpkı bu topraklarda yüzyıllardır var olan ama hep “fazlalık” sayılan, üzerine beton dökülen, nüfus kâğıtlarında bile reddedilen, çocukların ağzında ayıp sayılan bir dil gibi: Kürtçe.

Bu coğrafya, tarih boyunca onlarca dile beşlik etti. Ancak Cumhuriyet’in inşa süreciyle birlikte tek bir dil, tek bir kimlik dayatması, herkesi “aynılaştırma” projesine dönüştü. Çok dilli Osmanlı’dan ulus-devlet Türkiye’sine geçilirken, yanında getirdiği bagajda baskı, sansür ve inkâr da vardı. Kürtçe ise bu bagajın en altına sıkıştırıldı. 1924 Anayasası’yla birlikte Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlerin varlığını ve dilini anayasal düzeyde yok saymaya başladı. Bu yok sayma, sadece resmî belgelerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda toplumsal hafızanın yeniden şekillendirilmesine dönük bir inkâr politikası halini aldı.

Bu politikanın uygulamaya döküldüğü ilk büyük kırılma 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası yaşandı. İsyanın bastırılması bahanesiyle on binlerce Kürt ya idam edildi ya sürgün edildi. Ama bu yalnızca bir askeri bastırma değil, aynı zamanda bir kültürel soykırımın başlangıcıydı. Ardından gelen Zilan Katliamı’nda (1930), Van’ın Erciş ilçesinde 15 bin civarında Kürt, birkaç gün içinde katledildi.

Bu sayıların ardında kayıtlara geçmeyen sessizlikler, isimsiz mezarlar, anlatılamayan acılar var. 1937-38’de Dersim’de yaşananlar ise hem fiziki hem kültürel anlamda bir kopuşun simgesiydi. Devlet, sadece insanları değil; hafızayı, dili, geleneği, toprağı hedef aldı. Kadınlar, çocuklar yakıldı; diller susmaya zorlandı; ağıtlar bile gizlice söylendi. Devlet yıllarca Kürtçeyi görmedi. “Yok” saydı. Resmi belgelerde, okullarda, mahkemelerde, hastanelerde bu dilin adı bile geçmedi. Oysa milyonlarca insanın kalbi, sevgisi, üzüntüsünü ifade ettiği, annesine “dayîka” dediği, sevdiceğine söz attığı dildi bu. Ama cezaevinde “bu dili konuştun” diye işkence görenler oldu. Kürtçe isimler nüfusta reddedildi. Kürtçe müzik yasaklandı. Sözün kendisi, delil sayıldı. Bugün bile bir çocuk okulda kendi dilinde “roj” dese, uyarı alabilir. Bir müzisyen sözlerinde “dilan” dese, hedef olabilir. Mahallede bir teyze, torunuyla Kürtçe konuşurken bakışlar üzerine çevrilebilir.

Peki, neden, Bir dil neden bu kadar korkutur? Neden bir halkın şarkısı, masalı, ağıtı “bölücülük” sayılır? Çünkü bu dilden korkmuyorlar aslında. O dili konuşan insanların varlığından, farklılığından, susmadıklarında duyuracakları gerçeklerden korkuyorlar. Kürtçeyi tanımak, Türkiye’de farklılıkların varlığını kabul etmeyi gerektirir. Bu da kurulu düzenin konforunu bozar. Siyasi boyutuyla bakıldığında, Kürtçe’nin yok sayılması, salt bir dil meselesi değil, devletin halkları birleştirme adı altında uyguladığı asimilasyon politikasının merkezindedir. Kürt diline, tarihine ve kimliğine yönelik baskılar, modern ulus-devletin kendi “ideal vatandaş” tipolojisini yaratma çabasından bağımsız değildir. Michel Foucault’nun iktidar-bilgi ilişkisini ele aldığı gibi, burada da dil üzerinden bir bilgi rejimi kurulur. Bu rejim, hangi dilin konuşulabilir olduğuna, hangisinin susturulması gerektiğine karar verir. Kürtçe, bu rejim içinde ‘konuşulamaz olan’ı simgeler.

TRT Kurdî’nin varlığı dahi bu çelişkiyi gösterir: Devlet, bir dili tanır gibi yaparken, onun eğitiminin önünü keser; üniversitelerde açılan Kürtçe öğretmenliği bölümleri mezun verir ama öğretmen atamaz. Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisiyle açıklarsak: Devlet, salt zor aygıtlarıyla değil, aynı zamanda kültürel rıza üreterek egemenliğini sürdürür. Kürtçe’nin bastırılması, egemen ideolojinin ‘tek millet, tek dil’ örüntüsüyle iç içedir. Bu süreçte, devlet sadece cezalandırmaz; aynı zamanda kendi vatandaşını, kendi dilinden utanır hale getirir. Bu, içselleştirilmiş bir inkâr mekanizmasıdır. Felsefi olarak bakarsak, Heidegger’in “dil varlığın evidir” sözüyle düşünürsek, Kürtçe’nin yok sayılması, bir halkın kendi varlık zemininden koparılmasıdır. Dilin bastırılması, sadece iletişim aracının değil, düşünmenin, hissedebilmenin ve hatırlamanın da bastırılmasıdır. Bu, insanın hafızasına yönelik sistematik bir saldırıdır.

Dilin yokluğu, varoluşun kıyısına itilmek demektir. Jean-Paul Sartre’ın sömürgeciliğe dair yazdıklarından yola çıkarsak, bastırılan dil, aslında sömürülen bilinçtir. Kürt halkının dili yok sayılırken, onun tarihsel belleği de yeniden yazılmakta, ona kendi gerçeği dışında bir kimlik giydirilmektedir. Bu, postkolonyal bir şiddet şeklidir.

Edward Said’in oryantalizm eleştirisinde olduğu gibi, iktidar merkezleri kendileri dışındaki dilleri, kültürleri ve anlatıları ya egzotikleştirir ya da tehdit olarak kodlar. Kürtçe, bu ikili arasına sıkışmış bir kimliğin taşıyıcısıdır: Ya folklorik süs olur ya da güvenlik tehdidi. Oysa Kürt kültürü, Mezopotamya’nın en kadim halklarından birinin taşıyıcısıdır.

Dengbêj geleneğiyle sözlü tarih aktarımının zirvesidir; ninnilerinde acı, halaylarında direnç, masallarında kadim bilgelik vardır. Kürtçe, sadece bir dil değil, bir dünyaya bakış biçimidir. Her kelimesi toprağa, aileye, doğaya ve zamana dair incelikler barındırır. Sözlü kültürün taşıyıcısı olan bu dil, belleğin canlı kalmasını sağlar. Yüzlerce lehçeye ayrılan zengin yapısıyla, farklı Kürt topluluklarını hem birleştirir hem de çeşitlendirir. Kurmancî, Soranî, Zazakî... Hepsi bir halkın binbir halini anlatır. Ama dil susmaz. Ne kadar bastırsan da, bir ezgide, bir çocuğun güzel gülüşünde, bir annenin ninnisinde yeniden belirir. Bir dilin yok sayılması, o halkın yok sayılmasıdır. Kabul edilmemek, görülmemek, sadece sözcüklerin değil, bir kimliğin susturulmasıdır. Kürtçe susmadı. Susmayacak da. Çünkü her sessizlik bir yankı doğurur. Ve bu kez o yankı, binlerce yıllık bir halkın sesi olacak. O ses sadece Kürtlerin sesi olmayacak; dillerin, kimliklerin, tarihlerin bastırılmasına direnen herkesi kapsayan bir insanlık çığlığı olacak.