Pandemi nedeniyle iki yıldır yurt dışı seyahatleri yasak. Pandemiden sonra, geçtiğimiz hafta ilk yurt dışı seyahatimi gerçekleştirdim. Ülkenin başkenti Atina ile ilgili gözlemlerimi de sizinle bu sayfadan paylaşmak istedim.
İyi okumalar!
''Öz Atina Yolcusu Kalmasın''
Şehirler arası yolculuk Yunanistan'da pek konforlu sayılmaz, uçak biletleri hem pahalı hem de çok seçeneğiniz yok, hemen bilet alayım gideyim seçeneği çok lüks kalıyor.
Otobüs seferleri çok yaygın, gidiş geliş bileti almamız halinde, ikincisi açık bilet oluyor, gideceğiniz gün, kesinleştirmeniz lazım, öyle "Öz Atina" firmasindan bulamadım bilet bir de "Yeni Atina" firmasına bakayım seçeneği yok efendim, tek seçenek var o da Öz Devlet firması. (Bu arada internetten aramaya kalkmayın, bu isimleri ben uydurdum)
Tüm otobüsler devlete ait, şoförler maaşı devletten alıyor, memur gibiler yani. Size bir arkadaş tavsiyesi, bileti garantiye almadan hareket etmeyin, paranız yoksa kalırsınız ortalıkta, demedi demeyin sonra.
İki kahve beş Euro, bir öğün yemek ortalama standartlara göre 8 ile 20 Euro arasında değişiyor. Temiz bir otelde kalmak isterseniz, şehrin önemli meydanlarına yakın otellerin fiyatları 80 eurodan başlıyor. Tabi 5 euroluk Hostel tarzı pansiyonlar da bulmanız mümkün ama koronalı günlerde bu seçim sağlığı zora sokabilir.
Bir nevi kültür turu sayılabilecek bu ziyaretimde Atina'da iki gün kaldım ve yoğun geçti.
Akropol, Sintagma, Omonia gibi kalabalık meydanlarında kimi zaman iğne atsan yere düşmez ama 28 Ekim tarihi, Yunanistan için önemli bir gün, Mussolini faşizmine karşı direnişin gerçekleştiği bu gün kurtuluş bayramı havasında kutlanıyor. Hem Oxi hem de Cadılar bayramı nedeniyle kentte yaşayan birçok insan izne ayrılıp memlekete dönünce, meydan biz turistlere kalmıştı. Gördüğüm kalabalık da Atina'nın normal zamanlarının bir hayli altındaymış.
Atina'da her alemden insan vardı desek abartmış olmam, çoğu Avrupa ülkesinden insanlar buraya çoluk çocuk hafta sonu tatilini geçirmek üzere de geliyor. Zengin tarihi ve kültürü ile Yunanistan, Avrupa için önemli bir ülke, bu yüzden iki günlük bir tatil için çok uygun. Güneş, deniz ve tarih seçeneğini sunan İtalya ve İspanya'ya göre burası bir tık daha ucuz. Hele yaz aylarında güzel adaları ile birçok Avrupalı için çok güzel bir seçenek. TL bu kadar değer kaybetmese ve Shengen vizesi de kolay alınabilseydi, sanırım Türkiyeliler için de tercih edilecek yerler arasında liste başı olabilirdi.
Bu arada vize için bir sürü kağıt, evrak işi var, bir davetiye ile gitmek işi kolaylaştırsa da, sadece turistik vize almayı düşünürseniz, tur şirketleri aracılığıyla bile olsa başvurular şahsen yapılıyor. Gazeteci olduğum için vize vermemezlik etmediler ama son yıllarda vizeli gidip çok sayıda iltica vakası yaşanınca, başvuru değerlendirmelerinde kılı kırk yarıyorlar. Gazeteci olmamama ve sağlam bir davetiye ile başvurmama rağmen ne yazık ki sadece 20 günlük ve tek giriş hakkı olan vize verdiler.
Ekimin son günleri ama hava güneşli, bu da yürüyerek birçok yere gidebilmemize imkan sağlıyor. Birçok müzesi ve ören yeri ile zamanda yolculuk, Atina turunun en güzel yönlerinden biri oluyor.
Gazeteci olmanın en güzel yanı da basın kartınız ile birlikte girişi 30-40 Euro arasında değişen müzeleri ücretsiz gezebilmeniz. Üstelik kart sarıymış, turkuazmış, yerelmiş, ulusalmış hiç önemli değil, yeteri ki gazeteci kartınızı gösterin, tüm müzelerin kapısı sabah 9 akşam 6'ya kadar size sonuna kadar açık.
Atina'nın birçok meydanı Akropoli meydanıyla keşiyor, nerede olduğunuzu bilmeseniz de şehirden 150 metre yükseklikte bu tarihi tepeyi görebilmeniz mümkün.
Bu meydan her zaman kalabalık olurmuş, bize Afrika ülkesinden gelen mültecilerin mini dans gösterisini izlemek nasip oldu.
25 yıl önce metro için başlayan kazılarda birçok eser ve su kanalları ortaya çıkınca, proje değişmiş ama bu sayede birçok tarihi üst katmana sahip meydan zengin bir alt katmanla buluşmuş oldu. Bizans ve Romalıların gelişkin su ve kanalizasyon sistemi arkeologlar tarafından methedilir, meydandaki kazıyla ortaya çıkan ve etrafı şişlerle kapatılarak seyre açılan tarihi buluntu, bu methiyenin en somut delili oluyor.
Meydana hakim bir yerde 16. yüzyıldan kalma bir cami var, adı Paşa Cami, Osmanlı Devleti'nin 300 yılı aşkın iktidarı zamanından kalma. Akropoli yoluna doğru inşa edilen caminin mimarisi klasik Osmanlı cami mimarisi ve burası da bir müze.
Caminin hemen yanında tarihi sütunlar yükseliyor, kaynaklar, camideki taşların bu tarihi kalıntılardan yapıldığını yazıyor. Ünlü seyyah Evliya Çelebi Atina'ya geldiğinde bu camiyi de anlatmış.
Akropole doğru giden yokuşlu yol ise yaklaşık bir kilometre sürüyor.
Mümkün mertebe yolun sonunda sizi bitap düşürecek ağırlıkta çantalarla gitmeyin, bu tavsiyeyi, tecrübeyle sınayarak yapan bendenize kulak verin, ne kadar hafif o kadar seri.
Akropolün eteğinde dar sokaklar, renkli taş evler ayrı bir seyirlik keyif veriyor, eğer zamanınız varsa, bir de iyi bir kamera gözünüz, alın size kartpostallık fotolar!
Önce şehre hakim bir tepeye çıkıyoruz, tüm Atina karşınızda! Kayalık bir tepe olduğu için yürürken dikkat edin, bin yıllardır gide gele tüm taşlar sabun gibi kaygan, ayağınıza kaymaz tabanlı ayakkabılarla gidin.
Öyle selfi çekecem, hoplayacam, zıplayarak farklı görüntü çekecem artistligine soyunmayın sakın, Yunan tanrıları enseye vursa bir şaplak, ruhunuza el fatihalarla birlikte son dakika haberlerine konu olabilirsiniz. (Attığım her adımda, poz vermek için zıplayan ve dengesini kaybedip Urfa Kalesi'nden düşen abi bir saniye bile aklımdan çıkmadı...)
Efendi efendi oturamıyorsanız, etrafınızdaki Avrupalıları izleyin, adamlar durup izleyip nerelere dalıyorlarsa siz de öyle yapın (şaka tabi ).
Yokuşu yol sizi yorduğu için, hem dinlenip hem de manzaranın tadını çıkarmanın tam zamanı.
Manzarayı kamerasnıza kayıt, beyninize resmettiyseniz tamamdır, biletinizi alıp "Bugün sana daha yüksek bir tepeden bakacaz eyy Atina" moduna girmeye hazır olabilirsiniz.
Danışman bölümünde Eleni adındaki yaşlı rehber bize Akropolün kısa tarihini anlatıyor. Elinde sigarası, açıyor bize haritayı başlıyor tek tek anlatmaya.
Akropol'deki Partenon, M.Ö 480'de eski Athena tapınağının yıkılmasından sonra inşa edilmiş. Burası 6. yüzyılda Bakire Meryem'e adanan bir kilise olmuş. Osmanlı Devleti'nin fethinden sonra da yanına bir minare eklenerek 1456 senesinden itibaren cami olmuş. Yaklaşık 200 yıl sonra, 1687'de Osmanlılar burayı baruthane yani cephanelik, olarak kullanmaya başlamış ve o tarihlerde bina Venedik tarafından toplarla bombalanmış. Ciddi bir zarar gören yapı, Venedikliler tarafından alınınca onarılarak kiliseye dönüştürülmüş, minaresi de yıkılarak yerine çan kulesi yapılmış. 1821-29 yılları arasında Osmanlılara karşı başlayan Yunan İsyanı sırasında da burası Yunanlıların savunma üssü olmuş. Sözün özü, Akropol'ü ele geçiren şehrin de hakimi olmuş.
Atina kentinin baş tanrıçası ve koruyucusu olan tanrıça Athena ile denizler ve depremler tanrısı olan Poseidon'a adanarak inşa edilen Erehteon Tapınağı görece daha sağlam kalabilmiş. Bizans döneminde kilise, Osmanlıdan önce saray olarak kullanılmış. Osmanlı'nın hakimiyeti döneminde Türk komutanlara ikametgah olan yapının sağ tarafındaki heykeller ise korunarak günümüze ulaşabilmiş.
Her iki tapınak dışında ayakta kalan başka yapının olmadığı Akropol'de yapıların üzerinde, maruz kaldıkları yıkımın izlerini görebilmek mümkün. Yıkıntılardan geriye kalan taşlardan Osmanlı döneminde kale duvarları yapılmış.
Yapıların restorasyonu hala devam ediyor, paramparça olan kapılar ve sütunlar aslı gibi onarılmış.
Antik Yunan mitolojisi, felsefesi, tarihi, sonra Osmanlılar dönemi kalıntıları ile burası muazzam bir tarihi zenginliğe sahip. Kalıntıların mimarisi, Türkiye'de Ege Bölgesi'ndeki birçok antik kente benzer özellikler gösteriyor.
Tabi bir de buraya daha tepeden bakan 300 metre yükseklikteki 'Kurtlar Tepesi' olarak da adlandırılan ve şehri panoramik olarak görmenizi sağlayan Likavittos Tepesi var. Akropol gibi gece aydınlatılan bu tepeye gitmeye ne yazık ki zamanım olmadı ama tüm bu tahribatlara rağmen antik eserleri ile Akropol, müzeleriyle ile Atina kenti bir zaman tünelinden geçiyormuşsunuz hissi veriyor.