Hayat bize çoğu zaman en güçlü dersleri en zorlu deneyimlerle fısıldar. Biz bu fısıltıya dikkat kesilirken öte yanda cılız bir sesin fısıltıdan yüksek çıkma mücadelesine şahit oluruz. Bu kimin sesi?
Bilirsiniz. İnsan yaşamadığı acının ağırlığını hafif görmeye, sınanmadığı gücün altında ezilenleri anlamamaya meyillidir.İşte ben sese “sınanmamışlığın kibri” diyorum.
Kendisi aynı yollardan geçmemişken, başkasının yürüyüşünü yargılamak. Hiç yanmamışken, başkasının yangınını hafife almak. Aynı geceyi sabah etmemişken, başkasının karanlığını küçümsemek… İşte bu kibir; görünmez bir kabuk gibi insanın kalbine oturur, fark etmeden diline sızar, tutumlarına siner. Dile gelmiş her tutum ötekine -yaşayana- zarar verir.
“Ben olsam şöyle yapardım, yok bu kadar büyütülür mü?” gibi sözleri çok duyuyoruz. Oysa kimsenin hikayesinin içinde değiliz. Bildiğimizi sandığımız o duygulara yaşam boyu hiç değmemiş bile olabiliriz. Misal hiç aldatılmamış biri ihanetten sonra gelen o afallamayı, çözümsüzlüğü küçümseyebilir. Hiç kaybetmemiş biri ötekinin yasını abartılı sanabilir. Travmatik bir geçmişi olmayan ötekinin bağlanma kaygısını anlamakta zorlanabilir. İnsanın bilmediği duygular üzerine kibir geliştirmesi çok kolaydır. Gel gör ki “ben olsam böyle yapmazdım” ın ardında çoğu zaman bir bilgelik değil deneyimsizlik saklıdır.
Çünkü yargılanmadan önce herkes güçlüdür
Kaybetmeden önce herkes kesindir.
Sınanmadan önce herkes yargıçtır.
Hiç bilmediğimiz deneyimler hakkında çok bilmiş bir eda ile “yerinde olsam şöyle yapardım, böyle yapardım” diye laf ebeliği yapmaya, alternatif eylemler üretmeye bayılıyoruz. Ama yerimde olsaydın, sahiden olsaydın ne yapardın? Bilemiyorum. Fakat küçük bir hatırlatma… Değilsin. Yerimde, yolumda değilsin. Belki ayağına takılan başka taşların da oldu ki herkesin taşı bir diğerine ağırdır ama onlar benimkiler değildi. Belki senin de içinden çıkamadığın enkazların var ama tuğlalarımız aynı değil. Belki senin harcın hamurun en sağlamından yapıldı ama benimkine biraz acı, dram katıldı.
Velhasıl bazen de dağ gibi dimdik durunca kimsenin içindeki o küçük mağaraların göçüklerinden pek haberi olmuyor. Bu bilgisizlik midir; “kahveyi nasıl içtiğini, en sevdiğin yemeği, neye ağlayıp neye güldüğünü bilmeyen insanların, hayatını nasıl yaşayacağına dair cüretkar ahkamları? Bilemem. Ama emin olduğum şey; tek bir hayatımız var ve kimine erken uğrayıp kimine geç de kalsa hayat hepimiz için bir öğretmen ayrıca kimseyi de es geçmiyor. Bugünün kolayı yarın zor gelebiliyor. Bugün asla dediğimiz yarın imtihanımız olabiliyor. Bu yüzden yargılamadan önce duralım. Başkasının yükünün ağırlığını bilmeden küçümsemeyelim. Anlamasak da empati duyalım. Zaten empati de anlamadığını fark edip yine de saygı duymaktır. “Ben yerinde olmamış olabilirim ama senin bunu yaşarken ne hissettiğini küçümseyemem” diyebilmektir.
Belki de en büyük olgunluk sınamadan önce de mütevazi olabilmektir.
Hem doğru olan da madem ki bir tek hayatımız var başkalarının nasıl yaşayacağı ile meşgul olurken kendimizinkini yaşamayı unutmamaktır.