Bir zamanlar mahallede bir kadın geçtiğinde başlar saygıyla eğilirdi; bugünse kadınlar, başlarını kaldırmaya korkar oldu. Kimi erkekler, kadının varlığını kutsal görmek yerine, onu susturulacak, kontrol edilecek, şekil verilecek bir beden olarak görüyor.

Ve ne acıdır ki, bu çarpık bakış sadece “kötü insanlar”a özgü değil; özgürlükten söz eden dudakların bile evin kapıları kapandığında bir kadının canını acıttığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Bu ülkede artık kadın cinayetleri ne bir haber bülteninin son dakikası, ne de istatistiklerde bir sayı olmaktan ibaret. Bu, bir toplumun aynası. Peki biz, o aynada ne görüyoruz? Eğitimden, kültürden, ekonomiden, dinden, coğrafyadan beslenen bir vahşet mi? Yoksa kökleri binlerce yıl öncesine dayanan, ama hâlâ modernleşmiş kılıklarda dolaşan, kadına düşman bir sistem mi?

Bir toplum bir günde çürümez. Çürüme, yavaş yavaş işler; önce dilde başlar, sonra evde, okulda, sokakta kök salar. Bizim hikâyemiz de böyle. Yıllardır üzerimize sinsice çöken bir sessizlik var; bu sessizlik, şiddeti meşrulaştırıyor.

Coğrafyamız, çatışmaların, göçlerin, kültürel kırılmaların içinden geçti. Kırsaldan kente göç, gelenek ile modern hayat arasındaki çatışmayı beraberinde getirdi. Bir yandan modernleşiyoruz denirken, öte yandan geçmişin erkek egemen kalıpları hâlâ evlerin içinde yaşıyor. Erkek çocuk “ailenin gururu” diye paşalar gibi yetiştirilirken, kız çocuk “evin namusu” diye göz hapsinde büyütülüyor.

Bu, şiddetin ilk tohumudur.

Eğitim, olması gerektiği gibi özgürleştiren değil, çoğu zaman kalıplara sokan bir yapıya dönüştü. Eleştirel düşünce öğretilmedi, sorgulamak tehlikeli sayıldı. Okullar, gençlere hayatı değil, itaat etmeyi öğretti. Ve itaatin en çok beklendiği kesim, kadınlar oldu.

Diyanet gibi topluma yön verme gücüne sahip kurumlar, ahlakın özünü unutup, konuyu giyim-kuşam üzerinden yürütmeyi seçti.

Oysa İslam’ın yarısından fazlası ahlak üzerine kurulu. Yalan söylememek, kul hakkı yememek, adaletli olmak… Bunlar geri planda kalırken, kadın bedeni üzerinden din anlatmak, kadını başlı başına bir “ahlak nesnesi”ne indirgedi.

Ve bütün bunlar olurken, kültürel yaşam da kendi payını yaptı. Dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz diziler, erkekliğin gücünü, kadının boyun eğmesini normalleştirdi. Eğlence kültürü bile bu zihniyeti besledi. Bir toplumun şarkıları, hikâyeleri, kahramanları kimleri övüyorsa, zihniyet de ona göre şekillenir. Bizim hikâyelerimizde hâlâ “namus uğruna” öldüren erkekler, birer kahraman gibi sunuluyor.

Sonuç? Kadın cinayetleri artık yalnızca “bireysel suç” değil; köklü, sistematik bir düzenin sonucu. Bu yüzden de sadece “birkaç kötü adam”la açıklanamaz. Sorun, bu topraklarda nesilden nesile aktarılan zihniyetin ta kendisi.

Kadın, insanlık tarihinin en eski metinlerinden bu yana hem kutsallaştırılmış hem de kontrol altına alınmak istenmiş bir varlık. Toplumlar, kadının doğurganlığına hayran olmuş, ama aynı zamanda bu gücünden korkmuş. Bu korku, binlerce yıldır “koruma” adı altında kısıtlama olarak geri dönmüş.

Sümerler’de kadınlar, tarım toplumunun bel kemiğiydi. Toprağı ekip biçen, evin ekonomisini yöneten onlardı. Ancak zamanla mülkiyet kavramı güçlenince, kadınlar da mülkiyetin bir parçası hâline geldi. Roma’da soylu kadınlar kamusal hayatta yer alabilse de sıradan kadınların hayatı evle sınırlıydı. Arap yarımadasında ise İslam’dan önce kadın, kimi bölgelerde ticaret yapabilecek kadar özgürken, kimi kabilelerde diri diri toprağa gömülecek kadar değersiz sayılıyordu.

İslam’ın gelişiyle birlikte, kadına verilen değer köklü bir değişim yaşadı. Miras hakkı, evlilikte rıza, ticaret yapma özgürlüğü gibi haklar tanındı. Ancak yüzyıllar geçtikçe bu hakların özü, erkek egemen yorumlarla daraltıldı. Ahlakın ana gövdesi olan adalet, dürüstlük ve insan onuru geri plana itildi; kadın bedeni üzerinden kurallar, dinin merkezine oturtuldu.

Örtünme meselesi bunun en çarpıcı örneği. Örtünme, tarihsel olarak sadece dini bir emir değil; iklim, kültür ve sosyal statü göstergesi olarak da şekillendi. Antik Roma’da soylu kadınlar örtünerek statülerini gösterirdi, Ortaçağ Avrupa’sında evli kadınlar başlarını kapatarak evliliklerini simgelerdi. İslam’da ise örtünmenin amacı kadını toplumdan koparmak değil; dönemin güvenlik ve mahremiyet anlayışına uygun bir sınır çizmektir. Ama bugün geldiğimiz noktada, örtünme bir ahlak ölçüsü gibi sunuluyor. Oysa ahlak, baştaki kumaşta değil, insanın davranışındadır.

Ve asıl acı olan şu: Din, kadın-erkek eşitliğini savunan ahlaki bir rehber olmaktan çıkarılıp, kadının yaşam alanını daraltan bir araç hâline getirildiğinde, o toplumun vicdanı da daralır. Bugün Diyanet’in şiddet, adalet, eşitlik gibi konular yerine giyim-kuşamı sürekli gündeme getirmesi, işte bu vicdan daralmasının en görünür hâlidir.

Tarihin sayfaları, çoğu kez erkeklerin kalemiyle yazıldığı için, kadınların hikâyeleri ya arka plana atılmış ya da efsaneleştirilerek gerçeklikten koparılmıştır. Ama dikkatle bakarsak, insanlık tarihindeki büyük kırılma anlarının çoğunda, bir kadının izini görürüz.

Lilith, Mezopotamya mitlerinden ve Yahudi mistisizminden bize ulaşan, itaat etmeyen ilk kadın figürüdür. Adem’e boyun eğmediği için cennetten kovulduğu anlatılır. Binlerce yıl önceki bu hikâye bile, kadın iradesine karşı gösterilen toplumsal tahammülsüzlüğün sembolüdür.

Kleopatra, Mısır’ın son Hellenistik hükümdarı olarak, zekâsı ve diplomasideki ustalığıyla imparatorlukların kaderini değiştirdi. Onu sadece “güzelliğiyle” hatırlatan tarih, aslında onun siyasi dehasını görmezden gelmiştir.

Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde sadece bir “padişahın eşi” olarak değil, imparatorluğun siyasi kararlarında aktif rol oynayan, vakıflar kuran ve dönemin diplomatik ilişkilerinde etkili bir figür olarak yer aldı. Onun hikâyesi, kadınların saray içindeki etkisini ve stratejik gücünü gösterir.

Taybet Ana, 2015’te Cizre’de bir çatışma sırasında öldürüldü ve cenazesi günlerce sokakta kaldı. Onun hikâyesi, sadece bir annenin ölümü değil; savaşın, şiddetin ve devlet politikalarının kadın bedeninde nasıl en çıplak hâliyle yaşandığının trajik bir göstergesiydi.

Sakine Cansız, Kürt siyasi hareketinin en önemli kadın figürlerinden biri olarak, kadınların politik alanda var olmasının öncülerinden oldu. Onun mücadelesi, kadınların yalnızca “ev” içinde değil, toplumun dönüşümünde de liderlik yapabileceğinin bir kanıtıydı.

Bu kadınların ortak yanı, yaşadıkları çağın ve toplumun “kadın”dan beklediği rolü reddetmeleri ve kendi iradeleriyle tarihe yön vermeleridir. Onlar, toplumların sadece tanığı değil; değişimin bizzat mimarı oldular. Ve belki de en önemlisi, kadınların özgürleşmesinin, toplumların da özgürleşmesi demek olduğunu kendi hayatlarıyla kanıtladılar.

Bir toplumun ruhunu anlamak için önce şarkılarına, hikâyelerine, diline bakmak gerekir.

Çünkü sanat, bilinçli ya da bilinçsiz, o toplumun zihniyetini yansıtır. Bizim şarkılarımızda hâlâ “vurmak”, “öldürmek”, “namus için ölmek” gibi sözler alkışlanıyor. Aşkı bile çoğu zaman sahiplenme, kıskançlık ve kontrol üzerinden anlatıyoruz. “Sevda” adı altında işlenen bu dil, aslında şiddetin en ince hâlidir; çünkü duygusal bağı, baskıyla eşitliyor.

Televizyon dizilerinde güçlü erkek figürü çoğu zaman öfkesini yumruğuyla gösterir, kadın karakter ise ya “korunmaya muhtaç” masum ya da “dizginlenmesi gereken” tehlikeli olarak çizilir. Bu hikâyeler milyonlarca evde izlenir ve farkında olmadan “işte düzen böyle” algısını pekiştirir.

Medya, kadın cinayetlerini haber yaparken bile bir dil suçu işler. “Kıskançlık krizi”, “tahrik” gibi ifadeler, failin suçunu hafifleten bahaneler olarak sunulur. Bu, şiddeti sıradanlaştırır ve topluma “haklı gerekçe” algısı pompalar.

Dilimiz de bu zihniyetin taşıyıcısıdır. Atasözlerimizden günlük konuşmalarımıza kadar, kadın çoğu zaman eksik, korunması gereken ya da kontrol edilmesi gereken bir varlık olarak anılır: “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Erkek adam ağlamaz”, “Kadının saçı uzun, aklı kısa”... Bu sözler, sadece cümle değil; kuşaklar boyu zihne işlenen kodlardır.

Kültür, toplumun mayasıdır. Eğer bu mayanın içine şiddet, cinsiyetçilik ve eşitsizlik karışmışsa; o toplumda hukukun, eğitimin, dinin tek başına düzelme şansı çok zayıftır.

Çünkü zihinler, daha çocuk yaşta bu kültürel kodlarla şekillenmiştir. “Kadın, yaşam, özgürlük” diyenlerin evinde dövülen kadınlar; dayanışmadan çok kıskançlık ve yargıyla birbirini tüketen kadınlar… Bu, toplumun en acı yaralarından biri.

Çünkü gerçek mücadele, sadece sokakta değil, evin içinde başlar.

İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddete karşı atılmış tarihi bir adımdı. Bu sözleşme, sadece yasaların değil, toplumun vicdanının da aynasıydı; kadınların güvenliği ve özgürlüğü için uluslararası bir taahhüt anlamına geliyordu. Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi, milyonlarca kadının güvenliğinin geri plana itilmesi demekti. Bu çekilme, şiddeti meşrulaştıran, failleri cesaretlendiren bir adım olarak okunmalı.

Çünkü sözleşme, sadece cezalandırmayı değil, önleyici politikaları da kapsıyordu; eğitimden, rehabilitasyona, destek mekanizmalarından kamu bilincine kadar geniş bir çerçeve çiziyordu. Ancak bu önemli adım, siyasi ve ideolojik tartışmaların kurbanı oldu.

İçten içe çöken bu sistemde, gerçek mücadele verenler yalnız bırakılıyor. Kadınlar hem dışarıdaki şiddete hem de evdeki sessiz ihanetlere karşı savunmasız kalıyor. Bir toplum, kendi yaralarını sarmak yerine üzerini örtmeye çalışırsa, o yara derinleşir.

Ve o yara, sadece kadınların değil, bütün toplumun yarasıdır. Çünkü özgürlük, eşitlik ve adalet toplumun temel taşlarıdır.

Toplumsal sorunların kökenine inmek, çözümün de ilk adımıdır. Kadına yönelik şiddetin ve eşitsizliğin sona ermesi için sadece yasal düzenlemeler yetmez; zihniyet dönüşümü gerekir. İşte burada felsefe, bilim, tarih ve sosyoloji bize ışık tutar.

Felsefe bize insan onurunun, özgürlüğün ve adaletin evrensel değerler olduğunu hatırlatır. Sorgulama ve eleştirel düşünce, toplumsal kalıpların yıkılmasının temelidir.

Eğitim sisteminde felsefe derslerinin ağırlığının artırılması, gençlerin geleneksel cinsiyet rollerini sorgulamalarına olanak sağlar.

Bilim ise toplumun değişimini anlamada ve yönlendirmede yol gösterir. Toplumsal cinsiyet çalışmalarının yaygınlaştırılması, psikoloji ve sosyolojinin bulgularının politikaya ve eğitime entegre edilmesi hayati önemdedir.

Tarih bize kadınların her dönemde direniş ve değişim öncüsü olduğunu gösterir. Tarih bilinci, genç kuşaklara kadının sadece “korunması gereken” değil, aynı zamanda “geliştirilen” ve “liderlik eden” bir güç olduğu mesajını verir.

Sosyoloji toplumsal yapıların, aile içi rollerin ve kurumların nasıl şekillendiğini analiz eder. Bu analizler doğrultusunda, kadına yönelik şiddetin önlenmesi için toplumun tüm atmanlarında bilinçlendirme kampanyaları, kadın dayanışma ağlarının kurulması ve erkeklik normlarının yeniden tanımlanması gerekir.

Bunun yanı sıra, hukuki düzenlemelerin güçlendirilmesi, İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası taahhütlere dönülmesi ve etkin uygulanması olmazsa olmazdır.

Medya dili, sanat ve kültür alanında da toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen içeriklerin çoğalması, şiddetin normalleşmesine karşı önemli bir kalkan oluşturur.

Bu ülkenin kadınları artık başlarını kaldırsın. Artık korkmasın, susturulmasın, yok sayılmasın. Çünkü özgürlük, sadece bir kelime değil; her kadının doğuştan hakkıdır. Ve bu hakkın gasp edildiği her an, toplumun vicdanı kanar.

Kadına yönelik şiddet, sadece kadınların değil; bütün insanlığın, bütün toplumun sorunudur. Bu sorunu çözmek için geçmişin karanlık kalıplarını yıkmak; felsefenin ışığında, bilimin rehberliğinde, tarihin derslerini unutmadan ve sosyolojinin yol göstericiliğinde yeni bir yol çizmek zorundayız.

Sistem bizi unutturmak istedi; kim olduğumuzu, neyi hak ettiğimizi ve birbirimize nasıl sahip çıkacağımızı… Ama biz unutmayacağız. Çünkü her Pınar, her Narin, her Özgecan ve isimlerini sayamadığımız tüm kadınlar, bu ülkenin en güçlü sesleri olmaya devam edecek.

Ve bir gün, o sesler o kadar yükselecek ki; artık kimse bir kadının başını eğdirmeye cesaret edemeyecek.