Bir gecenin karanlığında, herkes uykudayken bir kez daha yer sarsıldı. Binlerce insan, çocuklarının elini tutamadan, sevdiklerine veda edemeden göçüp gitti bu hayattan. Bu, sadece bir deprem değildi. Bu, göz göre göre gelen bir felaketti. Tıpkı öncekiler gibi...
Türkiye, dünya üzerinde en aktif deprem kuşaklarından biri olan Alp-Himalaya kuşağı üzerinde yer alıyor. Üç büyük levhanın kesişiminde bulunan bu topraklarda depremler bir doğa kanunu. Bunu bilmiyor değiliz. AFAD ve Kandilli Rasathanesi’nin verilerine göre, ülke topraklarının %92’si deprem kuşağında, nüfusun %95’ten fazlası ise aktif fay hatlarına yakın bölgelerde yaşıyor. Yani bu ülkede yaşayan herkes aslında her gün bir riskin tam ortasında nefes alıyor.
Peki bu gerçekliğe rağmen neden her büyük depremde binlerce insanı kaybediyoruz? Neden hâlâ “yıkıldık” diyoruz?
______________
Bilimin Söylediğini Siyaset Duymadı
Bugün size, unutulmuş ama hayati bir meclis konuşmasını hatırlatmak istiyorum. Tarih 2 Mayıs 1985. Meclis’te İmar Yasası görüşülüyor. Kayseri Milletvekili Mehmet Üner —ki kendisi bir inşaat mühendisidir— yeni yapılacak binalarda zemin etüdü raporu zorunlu olsun diye bir önerge veriyor. Yani basitçe şunu söylüyor: “Bir binanın yapılacağı yerde, zeminin depreme uygun olup olmadığı bilimsel olarak incelensin. Bu inceleme yasaya girsin.”
Bunun üzerine önerge sahibi Mehmet Üner söz alıyor. Yine tutanaklardan özetliyorum:
‘‘Her yerleşim yeri doğal çevrenin bir parçasıdır. Düzenli, dengeli ve sağlıklı yerleşimin baş koşulu, yer seçiminin uygun yapılmasına bağlıdır. Yasa tasarısında jeolojik özelliklerin göz önüne alınmadığı görülmektedir. Oysa ülkemiz doğal afetler açısından böylesine bir ihmalin sonuçlarına katlanır gibi olmadığını yaşayarak öğrenen ve bunu en iyi bilen ülkelerden biridir.
Ülkemiz doğal afetler ve jeolojik nedenlerden kaynaklanan ve yarattığı sonuçlar açısından da doğal afetlerin en acımasızı olan depremlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelerden biridir. Yüzde 92'si deprem bölgesi içinde olan ülkemizde nüfusun yüzde 95'i deprem tehlikesi altında yaşamaktadır.
Sanayimizin yoğun olduğu kentlerimizin yüzde 75'i, barajlarımızın yüzde 4l'i, birinci ve ikinci derecede tehlikeli deprem bölgelerinde yer almaktadır. Bu verilere ülkemizde bir yılda 1.1 yıkıcı deprem olduğunu da eklersek, bu konuda ciddi kuralların konulmasının ne kadar zorunlu olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Ülkemizde sadece son 45 yılda depremlerden 60 bin kişi hayatını kaybetmiş, 400 bin konut yıkılmıştır. Yalnızca depremlerin yol açtığı ekonomik değer kaybının en az 15 Atatürk Barajı'nı yapabilecek boyutta olduğu anlaşılır.
Depremin ülkemizde yol açtığı zararlar Japonya'ya oranla 30 kat daha fazladır. Bu bize çevre planlamasında jeolojik bilgilerden yararlandığımız takdirde zararımızın 30 kat azaltılabileceğini gösteren somut bir örnektir...
Bu durumu yaratan en önemli neden, jeolojik incelemeler sonucu sakıncalı görülen yerlerin yerleşime açılmasıyla, jeolojik inceleme yapılmaksızın iskána (yerleşime) izin verilmesi olgularıdır.
Ülkemizde yaşanan uygulamalarda, jeolojik hizmetler ve özellikler, her zaman deprem meydana geldikten sonra gündeme gelmektedir.
Jeolojik özelliklerin sonradan değil ilk aşamada, imar planlarının yapımı aşamasında göz önüne alınması ve bunun yasalarla belirlenmesi gereklidir. Bu yapılmadığı takdirde, ülkemizin doğal özellikleri sonucu can ve mal kaybının her zaman artacağı açıktır. Ülkemizin milli servetinin bu tür ihmaller sebebiyle kaybına tahammülü yoktur.
Bu sebeplerle, yeni yerleşim alanlarının seçiminde, var olan yerleşim birimlerinin ve gelişme alanlarının belirlenmesinde, doğal yıkım ve afetlerin yol açtığı zararların en alt düzeyde tutulabilmesi için önemli gereklerden biri, jeolojik hizmetlerden yararlanmak ve yasal dayanakların imar yasasında bulunmasıdır...
BAŞKAN: Sayın Üner toparlayınız lütfen.
Mehmet Üner (devamla): İl ve ilçe imar işleri kurullarında jeoloji mühendisliği disiplininin temsil edilmesi yanında, belediyelerde jeoloji mühendislerinin istihdamına geçilmesi sağlanmalıdır... Bu hizmetlerin imar yasası kapsamına alınması önemlidir.
Ne oluyor dersiniz?
Komisyon ve hükümet önergeye katılmıyor. Oylamaya sunuluyor. Reddediliyor.
Üner’in söyledikleri bir kehanet gibi. Diyor ki:
“Ülkemiz doğal afetlerin en acımasızı olan depremlerle yaşamak zorunda. Depremin ülkemize verdiği zarar Japonya’ya oranla 30 kat fazla. Bunun nedeni jeolojik verilere kulak tıkamamızdır.”
Bu satırlar bir bilim insanının çığlığıdır. Ama o çığlık, siyasi saiklerle bastırılmıştır. O gün Meclis’te reddedilen önerge, belki de bugün binlerce insanın mezarının temelini atan oylamadır.
Ve bu önerge reddedildiği tarihten günümüze kadar Sadece son 45 yılda 100 binden fazla kişi deprem yüzünden hayatını kaybetti. Peki o gün “hayır” diyenlerin ve hala aynı vurdumduymazlıkla hareket eden günümüz yöneticilerinin vicdanı bugün rahat mı?
______________
Unutmaktan Yana Bir Toplumuz
Ne yazık ki biz, acılarla yüzleşmeyi değil, unutmayı tercih eden bir milletiz. Her deprem sonrası aynı cümleler kurulur: “Ders aldık”, “bir daha olmayacak”, “önlem alınacak”. Ama sonra yine aynı binalar, aynı aflar, aynı denetimsizlik...
2023’te yaşanan Kahramanmaraş depremleri, afet sonrası müdahale kapasitemizin geliştiğini gösterdi. Ancak afet öncesi risk azaltma konusunda hâlâ sınıfta kaldığımız ortada. Plansız kentleşme, imar afları, yetersiz yapı denetimi ve liyakatsiz yerel yönetimler bu felaketin temel aktörleri.
Afet yönetimi sadece mühendislik işi değildir. Bu, şehir plancılarının, hukukçuların, yerel yöneticilerin, kamu görevlilerinin, yani hepimizin ortak sorumluluğudur. Çünkü depremler kaçınılmaz, ama yıkımlar önlenebilir.
______________
Yıkılan Binalar Değil, İhmallerimiz
Yol yapıyoruz, köprü yapıyoruz, rezidanslar, AVM’ler dikiyoruz. Ama içine güven yerleştirmiyoruz. Betonun içine bilimi değil, rantı karıştırıyoruz. Koca koca yapılarımız var ama “dayanıklılık” yok. Çünkü bizi yıkan deprem değil; bilinçsizlik, vurdumduymazlık, kuralsızlık...
Oysa çözüm belli:
• Bilimsel veriler ışığında planlama,
• Rant yerine insan odaklı kentsel dönüşüm,
• Yerel yönetimlerde liyakat,
• İmar affı gibi ölüm affı niteliğindeki uygulamalara son,
• Depremi siyasetin değil bilimin konusu yapmak.
Üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları arasında güçlü bir iş birliği olmadan, afetlere dirençli bir toplum yaratamayız. Binalar kadar zihinleri de dönüştürmek zorundayız.
______________
Sonuç: Bir Ülke Daha Ne Kadar Dayanır?
Türkiye, her büyük depremde aynı filmi yeniden yaşıyor. Aynı sahneler, aynı acılar, aynı ihmaller... Her seferinde "bir daha olmasın" diyoruz. Ama deprem değil, biz değişmiyoruz. O yüzden her seferinde "bir daha" oluyor.
Bir deprem ülkesi olarak yaşayabiliriz. Japonya yaşıyor, Şili yaşıyor. Ama bunun için ihmali değil, bilimi merkezine alan bir sistem kurmamız gerekiyor.
Çünkü bu ülkede, bir daha kimse çocuğunun elini tutamadan ölmesin diye...
Deprem değil, ihmal öldürür.
Ve bu ihmal, artık kader olamaz.Bu nedenle artık yeter diyor ve tüm yetkilileri öngörü ile önlem almaları için acilen göreve çağırıyorum
Yeni Yüzyıl Genel Başkan Yardımcısı