Toplum dediğimiz şey bazen sadece bir insan kalabalığı değil, bir baskıdır. Öyle sessiz, öyle sinsi bir baskı ki çoğu zaman onunla yaşadığımızı bile fark etmeyiz. Ta ki kendi sesimizi kısmaya başlayana kadar…
İnsanın en büyük trajedisi şudur: Kendi hayatını yaşadığını sanırken başkalarının beklentilerini ezberleyerek yaşamak. Ne giymemiz gerektiğini, nasıl konuşacağımızı, neye üzülüp neye güleceğimizi, hatta ne zaman “çok” olacağımızı bile belirleyen görünmez bir el var üzerimizde. Adına “elalem” diyoruz. Kadınsan şunu yapma. Anneysen bunu isteme. Boşandıysan sessiz ol. Güçlüysen ağlama. Yalnızsan sus. Mutluysan abartma.
Sonra ne oluyor biliyor musun?
İnsan, kendisi olmaktan utanır hale geliyor.
Kendi sesin fazla mı çıkıyor? Kıs.
Rengin mi parlak? Soluklaştır.
Duruşun mu dik? Biraz eğ.
Çünkü “el âlem” var.
Çünkü “yanlış anlaşılmak” var.
Çünkü “dışlanmak” var.
Çünkü “etiketlenmek” var.
Netice de kişi,
Mutlu değildir ama “Boşver, elalem konuşmasın” diye susar. İstemediği ilişkide kalır, çünkü “Aman dul demesinler. ”Yorgundur ama “Ayıp olur” diye sınır koyamaz .Canı kahkaha atmak ister ama “Şimdi millet ne düşünür?” diye dudağını ısırır.
Ama kimse şunu düşünüp duraksamıyor:
Peki ya kendi rengimizi, sesimizi kaybedersek?
İnsanın içi bir tuvaldir. Herkes kendi rengini bulmakla sınanır. Ama elalem, o paleti sürekli elinden çeken bir güçtür: Rengin kırmızıysa “fazla iddialı” derler. Sarıysan “çok dikkat çekiyorsun.” Siyah seversen “karamsarsın.” Maviysen “fazla özgürsün.” Sonunda insanlar, kimseyi rahatsız etmeyen o “güvenli” griye döner. Oysa gri; kendi rengini kaybetmiş insanların yasını tutan bir renktir.
İnsan bazen başkalarının onayına o kadar muhtaç kalıyor ki, kendi iç sesini ihanete uğratıyor. İçinden geçenle dışarıdan görünen arasındaki makas açıldıkça açılıyor. Gülüyoruz ama içimiz ağlıyor. Güçlü duruyoruz ama içimiz yorgun. “İyiyim” diyoruz ama içimiz paramparça. Ve en tehlikelisi şu:
Bir süre sonra bu rol gerçek sanılmaya başlanıyor. Artık gerçekten neyi sevdiğimizi bilmiyoruz. Neye kızdığımızı, neye tahammül ettiğimizi, nerede durmamız gerektiğini unutuyoruz. Çünkü yıllardır “uygun” olanı yaşıyoruz, “gerçek” olanı değil.
Toplum bize şunu öğretti:
Uyum sağla, sivrilme, fark edilme ama farklı da olma.
Ne tuhaf bir çelişki.
Sonra bir gün insan, kendi sesini kaybettiğini fark ediyor.
Konuşur ama söylediği kendine ait değildir. Güler ama kahkahası kendi değildir. Sever ama sevgisi bile elalem tarafından onaylanmış bir versiyondur .En acısı da kendi hayatında figüran olmak; insan ruhunun en büyük ihanetidir. Oysa insan dediğin biraz taşmalıdır. Biraz fazla gülmeli. Biraz yüksek sevmeli. Biraz yanlış yapmalı. Biraz risk almalı. Biraz “hayır” diyebilmeli. Biraz da “ben buyum” diye ortaya çıkabilmeli.
Ama biz ne yaptık?
Kendi rengimizi, başkalarının soluk gri dünyasına uydurduk.
Şunu çok net söylemek istiyorum:
İnsan, olduğu gibi kabul edilmediği bir yerde zaten kendini güvende hissetmez.
Ve güvende hissetmediğin yerde, ne sevilirsin ne de gerçekten var olursun.
Bugün kaç kişi olduğu gibi yaşayamıyor, biliyor musunuz?
Kaç kişi sırf “yanlış anlaşılırım” diye sustu?
Kaç kişi “ayıp olur” diye hayallerini erteledi?
Kaç kişi “el âlem ne der” diye mutsuz bir hayatı seçti?
Ve sonra dönüp hayatı suçladık.
Şansı suçladık.
Kaderi suçladık.
Ama çoğu zaman kaybettiğimiz şey kader değil, cesaretti.
Kendi sesinle konuşmak cesaret ister.
Kendi renginle görünmek cesaret ister.
Kendi duruşunla yürümek cesaret ister.
Çünkü bu dünyada “kendin olmak”, bazen en radikal eylemdir.
Şunu da kabul edelim:
Kendi gibi olan insan, herkes tarafından sevilmez.
Ama şunu da unutmayalım:
Herkes tarafından sevilen insan, genellikle kendisi değildir.
Bugün sana küçük ama hayat değiştiren bir soru bırakıyorum:
Sen gerçekten kimsin?
Artık maske yoran bir çağdayız.
Artık en güçlüler iyi rol yapanlar değil, kendi benliğini koruyanlar.
Ve belki de var olmaya dair en büyük eylem: Kendi sesinden korkan bir toplumda, sesini geri almak.